“Anısı biz olalım bu sokakların / Ve hiç durmadan yağmur yağsın Biz gürültüsüz sözcükler bulalım / Sarmaşıklar fısıldaşsın yine Gidersek birlikte gideriz / Yeni sevinçler buluruz hüzne benzeyen” diyen şair Ahmet Telli, sürüklendikçe şehirle birlikte hatıralara doğru, geçmişin ruhları sükûna erdiren dünyasında seyahatine devam ederken yaşananlar birer mısra olup canlanır zihninde… Ve buluşulan saçak altları, beklenilen otobüs durakları, yürüdükçe güzelleşen şehir, mazideki sevdalı vakitler, ayrılıklardan geriye kalan büyük hüzünler ve yeni sevinçlere benzeyen gürültüsüz sözcükler bir bir arzı endam eder gönül dünyasında… Aidiyetlerimizin ortaya çıkardığı kültür dünyamızda gün geçtikçe azalan güzellikler ve aramızdaki bağların zayıflaması, derûnumuzda taşıdığımız ve bin bir kargaşa ortamında yaşatmaya çalıştığımız değerlerin her an biraz daha fersudeleşmesine yol açıyor. Şehrin acılarına müptela olanlar onun ince damarlarına varıncaya kadar nüfuz etmek için gösterdikleri çabanın çoğu zaman karşılıksız kaldığı hissine kapılıp, bunun sonucunda ümitsizliğe düşseler de; yine de ellerinden geleni ifa etmek konusunda bir an bile geri durmayacaklardır. Ellerinden tutmak istedikleri varlıkların bir bir göçüp gitmeleri sebebiyle hayatın yalnızlaştırdıkları kişilerin kendi içlerine dönerek “yeni bir kavganın habercisi olan” şehirlerde yorgun düşüncelerle baş başa kalmaları yüzünden, mustariplerin sayısının her gün biraz daha artacağına şüphe yoktur. Onlar ki; damıtılmış bir ince manzaradan yeni bir heyecanlar çıkarmak ve geçmişten beri süregelen alışılmış olayların seyrini değiştirmek yolunda verdikleri mücadelenin akim kalmaması için gerekirse bu uğurda ömürlerini feda etmekten çekinmezler. Onlar ki; hayat ve ölüm karşısında aşkın ve sevginin etkisiyle gittikçe derinleşen, unutulmazlıklarıyla yüreğin her bir köşesinde kendine özgü yerler elde eden yaşanmışlıklarla yoğrulanlardır. Ve gün gelir bir iç döküş, bir ağlayış, bir sızlayış vasıtasıyla annelerini ve türküleri şahit tutarak seslenirler yüreklerinde büyüttükleri şehre: “Anne Hüznüme şahit tuttuğum türküler Buldukları boşluklardan sızdıkça içerime Ve çoğaldıkça ayrılığın gücü Büyük bir hasret bir büyük bağlanışla birlikte Bir deli gibi sokaklarına daldığım şehir Nice sessizlik ve nice sensizlik eşliğinde Her gün yeni bir ağırlıkla Her gün yeni bir korkuyla Her gün yeni bir sıkıntıyla Çöker aşkla dolu uçsuz bucaksız yüreğime” (“İsmail Bingöl, “Anne/Bir İç Döküş/Bir Ağlayış” şiirinden.) Şehirler… Şimdilerde ateşler içinde… Kendine yapıp edilenler karşısında hayretle büyüyor gözleri. Sinesine otağ kurmuş barbarlar; bir dağılış, bir savruluş eşliğinde hükmünü yürütmeye uğraştıkça şehirlerde, yüzyıllara meydan okuyan ata yadigârı emsalsiz eserler, karardıkça kararıyor, utançlarını kalın duvarlarının arkasına gizlemeye çalışıyorlar. Bu hoyratlığın, bu nâdânlığın esiri olan yürekleriyle şehirlerimize çılgınca dalış yapan kötülüğün erleri ise, yaptıklarının farkında olarak ya da olmayarak, çevreye ve şehirlerimize telafisi mümkün olmayan zararlar vermektedirler. Belli dönemlerde ve belli zamanlarda belli devletler ya da milletler eliyle medeniyeti yakalayan insanoğlu, nefsine ve iktidar hırsına mağlup olma sonucunda yine medeniyetsizlik çukuruna yuvarlanıyor ve yeniden bir savaş başlıyor medeniyet savunucularıyla medeniyet düşmanları arasında. Ama sonucu hemen tayin edilemeyen bir savaş bu. Oldukça uzun süren ve sürecek olan bir savaş hem de… Zira eldeki yıkıcı imkânları medeniyet düşmanları sonuna kadar kullanmaya çalışırken, medeniyet taraftarları, hem dünyayı korumak ve hem de yeni bir gelecek oluşturmak kaygısıyla karşı karşıya kalmaktalar belki de… Bu ise medeniyetin savunucularının işinin ne kadar zor olduğunun bir göstergesi… Oysa giderek büyüyen ve büyüdükçe ruhtaki yangını, derdi kederi artırdıkça artıran, her gün daha da ağırlaşan bu düşünce karşısında şairin sıkı bir vuruşu, insanı kendine getirmeye yetmese bile, gücünün sınırlarını, aklının durma noktasını belirliyor adeta: “Çaylak! Sen misin! Tamir edecek dülger Ruhundan hasar görmüş Bir şehrin hayatını? (Ali Ayçil) Evet; günümüz dünyasının şehirlerinin ruhlarından hasar gördüğünü ve bu hasarın günbegün şehri dolduran insanlara farklı şekillerde yansıdığını, her gün biraz daha kendilerinden ve çevrelerinden uzaklaştığını görmemek mümkün değil. Sevginin ve insanlığın gittikçe azalan bir çerçevede seyretmesi sonucunda şehirler adeta kendi ölümlerini hazırlamakta; büyüseler, gelişseler, çoğalsalar dahi bir yandan da varken yok olmanın, eksilmenin, azalmanın mahkûmu olmuş şekilde bir duruş sergilemekteler. Çünkü günümüz insanı kentleri bir barınak haline getirdi. Estetikten, incelikten ve sanattan uzaklaşanın sonucunda ortaya çıktı bu durum. Ruhuna uygun mekânlardan ziyade, düşüncesizliğiyle mütenasip korunak diyebileceğimiz yerler bunlar. Kentler eskiden kapalı mekânlardı. Akşam olup, kapılar kilitlenince, kent derin ve huzurlu bir uykuya dalardı. Belli bir zamandan sonra kent girişleri kapatılırdı çünkü. Kent bütün sevinçleri ve dertleriyle baş başa kalırdı. Şehir şimdi acılarla giriyor düşüme… Yeni bir hüsranla sarsılıyorum… Çözülüp gidiyor akşamın koynunda kendine yer bulmaya çalışan yeni ve karşılıksız acılar. Eski bir zamandan devşirilmiş, nice müzeyyen, nice huzursuz ve nice umutsuz sevdalar; kimi sükût halinde, kimi çığlıklarıyla semayı sarsan, kimi öfkeyle geçmişin bağrında yankılanan bir şekilde, dönüp duruyor etrafımda… Geçtikleri mesafelerde kendilerinden izler bırakan endişe yüklü kalplerin sahipleri, yüzlerinde uzayıp giden ve derinleşen çizgilerle, eski ve yorgun hikâyeyi resmetmekteler: “Gördüm anne Bu kentin kan tüküren bulvarları Kuşkular emzirir çocuklarına Bir yemin kopacak kadar incelir Toy bakışlar boşalır korumasız evlerden Çağa vurgun oğullar kızlar gider Çağa kurban oğullar kızlar gelir” (Tacettin Şimşek, “Eylülce”den.)