Böylece, Asrî Demokrasi anlayışında mûtedil bir milliyetcilik ile topyekûn İnsanlık sevgisi iç içe geçmiş, birbiriyle kaynaşmıştır. Millî hüviyetine sâhib çıkarak, fakat şovenizme, millî narsisizme sapmadan, kendi milletinin üstünlüğü dâvâsını gütmeden, zulümde dahi kendi milletini desteklemek gibi bir dalâlete düşmeden, diğer milletleri istismâr etmeden, onlara zarâr vermeden, hattâ millî menfâatleri topyekûn İnsanlığın menfâatlerinden üstün tutmadan, kendi milletini maddeten ve mânen yüceltmiye, kendi memleketini dünyânın en ileri memleketlerinden biri yapmıya çalışmak, dîğer milletlerle hayırda yarışmak şeklindeki bir milliyetcilik anlayışı, bütün İnsanlığa yönelik sevginin ilk adımıdır. Zîrâ öncelikle kendi yakın muhîtini ve Milletini sevemiyen bir insanın, kendinden çok uzaklardaki milletleri, çok farklı bir kültürle yoğrulmuş toplulukları sevmesi ve onların da hayrına çalışması hiç beklenmez; ama yakın muhîtinde sevgi yolunda yürüyen insanların, gerekdiğinde diğer hemcinslerinin, diğer Milletlerin imdâdına koşması kuvvetle umulur. Kısaca: Mûtedil Milliyetcilik, İnsâniyetperverliğin elzem, fakat kâfî olmıyan şartıdır. Demek ki Cumhûrî Nizâmın özü sevgidir; insan sevgisi, Yaradan ve yaratılmış sevgisidir. Sevgiye inanmadan Cumhûrî Nizâm olmaz! Yûnus Emre’mizin deyişiyle: “Hakk’ı gerçek sevenlere cümle âlem kardeş gelir” ve: “Yaradılmışı severiz Yaradan’dan ötürü”… Bir de, cumhûrî felsefenin temelindeki bu İnsâniyetperverlik, (“Kıyâmet Alâmetleri” zihniyetine zıdd olarak) bütün kusûrlarına rağmen İnsanlığa ve onun istikbâline (zihnen, mânen tekâmül ede ede, kendini ıslâh ede ede daha iyi bir İnsanlık Âleminin vücûd bulacağına) duyulan îtimâd ve onun hakkında beslenen nikbîn duygular demekdir. Aynen, Demokrat siyâsetci Jean Jaurès’in (1859 – 1914), “Gencliğe Hitâbe”sinde dile getirdiği gibi: “Bütün sefâletlerimiz, işlediğimiz veyâ başımıza gelen bütün haksızlıklar ötesinde gerçek olan birşey var ki o da insan tabîatine büyük ölçüde îtimâd etmek lâzım geldiğidir. Eğer İnsanlığın yüceliğini kavrıyamıyorsak ve onun emsâlsiz istikbâlini sezemiyorsak, kendi kendimizi onu anlamamıya mahkûm ediyoruz demekdir. İnsanlığa ve onun istikbâline olan bu îtimâd ne safça, ne körce, ne de ciddiyetsizcedir. Ona îtimâd etmek, kötülükleri, cinâyetleri, hatâları, peşîn hükümleri, çeşid çeşid hodbînlikleri (hani şu İnsanlığın yürüyüşünü ağırlaştıran ve sık sık suyun akıntısını bulanık ve kanlı bir girdâba çeviren ferdlerin, siyâsî fırkaların, sınıfların hodbînliğini) bilmemek demek değildir. Bu îtimâd duygusu, iyilik kuvvetlerinin, hikmet, aydınlık, adâlet kuvvetlerinin zamânın yardımından vazgeçemediklerini ve esâret ve cehâlet gecesinin her tarafın ânîden aydınlanmasıyle son bulmadığını, fakat onun belli belirsiz bir dizi fecirle sâdece hafîflediğini bilir. Evet, insana îtimâd eden insanlar bunu bilirler. Ve onlar, bütün insânî imkânların [potansiyelin] kendi hayâtlarının dar sınırları içinde tezâhür etmemesinden büyük memnûniyet duyarlar. (Ce qui reste vrai, à travers toutes nos miséres, à travers toutes les injustices commises ou subies, c’est qu’il faut faire un large crédit à la nature humaine; c’est qu’on se condamne soi-même à ne pas comprendre l’humanité si l’on n’a pas le sens de sa grandeur et le pressentiment de ses destinées incomparables. Cette confiance n’est ni sotte, ni aveugle, ni frivole. Elle n’ignore pas les vices, les crimes, les erreurs, les préjugés, les égoïsmes de tous ordres, égoïsme des individus, égoïsme des partis, égoïsme des classes qui appesantissent la marche de l’homme et absorbent souvent le cours du fleuve en un tourbillon trouble et sanglant. Elle sait que les forces bonnes, les forces de sagesse, de lumière, de justice, ne peuvent se passer du secours du temps, et que la nuit de la servitude et de l’ignorance n’est pas dissipée par une illumination soudaine totale, mais attenuée seulement par une longue série d’aurores incertaines. Oui, les hommes qui ont confiance en l’homme savent cela… Ils se félicitent que toutes les possibilités humaines ne se manifestent point dans les limites étroites de leur vie. -Discours à la jeunesse-)” (Y. Madiot 1991: 3) İlimcilik, kısaca Tecrübî İlim Zihniyetidir; Efsânevî Zihniyetin, tabîat hâdiselerine sihrî, psikolojik, sübjektif bakış zâviyesinin, sihir, nazar, mükâşefe, kerâmet, mehdîcilik, on iki imâm, gavslar, abdallar, sâdât gibi hurâfelerin bir tarafa bırakılıp yeryüzüne, kâinâta, mahsûs âleme âid (metafizik olmıyan) her hakîkatin, her doğrunun Müşâhede ve Tecrübe Usûlüyle araştırılması, o hâlde insanın, cem’iyetin hayrına olacak tedbîrlerin de ilim yoluyle (ve ilmî veriler üzerinde yükselen feslefî tefekkürle) tesbît edilmesidir. Binâenaleyh, bu usûl, insana, insan aklına, insanın kendisiyle ve yaşadığı âlemle alâkalı hakîkatleri bizzat keşfetmiye kâbiliyetli ve yeterli olduğuna inanc demekdir. Bu bakımdan, bir memlekette İlim Zihniyeti yaygınlaşıp büyük kitlelere mâl olmadan orada Cumhûrî Nizâmın maya tutacağını ummak hamhayâl olur… Türkiye’de (hâssaten Garplılaşmanın Neresindeyiz? ve Atatürk İlkeleri ve Kalkınma isimli eserleriyle) “İlim Zihniyeti” bahsini en iyi işliyenlerden birisi, rahmetli Prof. Dr. Mümtaz Turhan olmuştur. Kendisinden bu husûsta çok aydınlatıcı bir pasaj ik̆tibâs edelim: “İlim, bir metoddan ziyade bir zihniyet mes’elesidir. Herhangi bir mevzu, vâkıa veya hâdise hakkında, kim ne derse desin onu bir tarafa bırakıp asıl vâkıa ve hâdisenin ne dediğini dinlemek, ne şekilde cereyan ettiğini müşahede etmek, realiteye bağlı kalarak vâkıa ve hâdiselere hürmet etmek, bir kelime ile objektif olmaktır. (…) “Iptidaî insan, objektif olanla sübjektifi birbirine karıştıran bir zihniyete sahiptir. Rüyalarla gerçek hayatı birbirine karıştırabildiği gibi, hâdise ve vâkıalar arasında da gelişigüzel, tamamiyle keyfî, tesadüfî bağlantılar kurar. Meselâ bir cenazenin defni esnasında şelâle sesi işiten bir insanın öleceği inancına sahip olduğu için, su sesini işittiği halde, bunu inkâr etmekle ölümden kurtulacağını sanması gibi. Binaenaleyh onun âlemi, objektif ölçü ve kıstaslara dayanmıyan inançlardan, batıl itikatlardan, vehimlerden teşekkül etmiş bir hurafeler âlemidir. Bu itibarla, realiteye uyan, tahkiki kabil, hakikî bir bilgi ile bir kanaat, bir batıl itikat arasındaki farkı görmesi mümkün değildir. (…) “Ortaçağ zihniyetinin en bariz vasfı da realiteyi reddetmiş olması, vâkıalarla bunlar arasındaki münasebetlerin müşahede ve tecrübelerle tesbit ve ifade edimesini tanımaması, bunun yerine büyük otoritelerin beyan ve kanaatlerini koymasıdır. Böylece Ortaçağ zihniyeti, dinî otoriteler dahil olmak üzere meşhur üstadların ifade ve beyanlarını hakikatin tâ kendisi olarak kabul eder, bunun dışında hiçbir bilgi ve fikre hayat hakkı tanımaz, bütün hakikatlerin ifade edilmiş olduğuna, ilmin olmuş bitmişliğine inanır ve bu itibarla ilim sahasında hiçbir yenilik kabul etmezdi. Bu tarzda inanılan bir hakikat artık ne değişir, ne de değiştirilebilirdi; o mutlaktı. İster dinî, ister ilmî sahada olsun ona inanmak mecburiyeti vardı; inanmıyan Kâfir olurdu. O, fikir ve vicdan hürriyeti tanımazdı. Başka fikir ve kanaatte olanların işkence ve ölüme mahkûm edilmeleri, ilim öncülerinin ateşe atılıp yakılmaları hep bu yüzdendi. (…) “İlim zihniyeti ise iptidaî zihniyet ile Ortaçağ zihniyetinin tam zıddıdır. Ortaçağ zihniyetinin otoriteye dayanan, hissî, sübjektif, dogmatik, mutaassıp ve müsamahasız tutumuna mukabil, ilim zihniyeti, mahiyeti icabı, objektif, hâdise ve vâkıalara hürmetkâr, şüpheci ve gerçeğe bağlıdır. Hâdise ve vâkıalarla bunlar arasındaki münasebetlerin sahih ve kontrol edilebilir bir tarzda tesbit edilmiş ifadelerinden başka hiçbir otorite tanımaz. İlim zihniyetine göre, bir şeyin hakikat olup olmamasının, ona inanılıp inanılmaması ile alâkası yoktur. Birşeyin hakikat veya doğru olabilmesi için, sistemli müşahede ve tecrübeler neticesinde yahut diğer ilim metodlarına göre vesika ve delillere dayanılarak meydana çıkarılmış olması, kontrol edilebilmesi, başkaları tarafından da aynı neticeler alınabilmek üzere tekrarlanabilmesi lâzımdır. Bu şartlar altında elde edilen bir hakikat kendi kendisini empoze edeceğinden, ona inanıp inanmamak elimizde değildir. Onun için ilmî hakikatlere inandırmak maksadıyla tazyik yapmak kimsenin aklından geçmez.” (Mümtaz Turhan, Garplılaşmanın neresindeyiz?, 5 kitab bir arada, İstanbul: Yağmur Yl., 1980, Atatürk İlkeleri ve Kalkınma kitabından, ss. 474, 485-489) Demokrasinin esâsî mefhûmlarından biri olan Vicdân Hürriyeti ise, bir taraftan tam tekmîl fikir, dîn, ibâdet, ifâde, neşriyât, dernekleşme-cemâatleşme hürriyeti, dîğer taraftan, -İnsâniyetperverlik ve İlimcilik şiârlarıyle berâber mütâlaa edildiğinde- cem’iyete istikâmet verecek kânûn ve benzeri hukûkî tasarrufların, -Tecrübî İlim / Felsefî Tefekkür yoluyle tesbit edilecek- umumî maslahata uygun olması ve onların ancak halkın rızâsıyle, yânî cumhûrî (parlamenter) teşrî mekanizmasıyle tatbîkâta konulmasıdır. Prof. Dr. Mümtaz Turhan’ın ilk def’a Lise çağımızda okuyup çok istifâde ettiğimiz, bugüne kadar da def’alarca mütâl̃aa ve üzerinde tefekkür ettiğimiz Garplılaşmanın Neresindeyiz? ünvânlı işbu kitabı (üçüncü baskı: 1961; daha küçük hacimdeki ilk baskısı: 1958), İlmî Zihniyetin mâhiyetini ve bir memleketin hızla kalkınmasındaki rolünü pek güzel îzâh eden mühim bir eserdir. Bu sahîh ilim adamını, bilvesîle, şükrânla, rahmetle yâdediyoruz… *** Demokrat feylesof Jeremy Bentham’ın (1748 – 1832) “Utilitarisme” felsefesiyle müdâfaa ettiği fikir de, umûmî maslahat (utilité publique) esâsına tevfîkan, cumhûrî hukûk tasarruflarının cem’iyetin mümkün olan en geniş kesimini mes’ûd kılmasıdır. (Parkinson 1964: II/116-119) 1789 İnsan ve Vatandaş Hakları Beyânnâmesi’nin 6. Maddesinde münderic: “Kânûn, umûmî irâdenin [halkın irâdesinin] ifâdesidir. Bütün vatandaşlar, şahsen veya temsîlcileri vâsıtasıyle kânûnun yapılmasına katılırlar. Kânûn, ister himâye, ister cezâ husûsunda olsun, herkes için aynı olmalıdır. Kânûn nazarında bütün vatandaşlar müsâvî olduğundan, kâbiliyetlerine göre ve fazîletleri ile ehliyetleri dışında hiçbir ayırım gözetmeksizin bütün âmme rütbe, makâm ve mêmuriyetlerine kabûl edilmiye hak sâhibidirler. (La loi est l’expression de la volonté générale. Tous les citoyens ont droit de concourir personnellement, ou par leurs représentants, à sa formation. Elle doit être la même pour tous, soit qu’elle protège, soit qu’elle punisse. Tous les citoyens étant égaux à ses yeux sont également admissibles à toutes dignités, places et emplois publics, selon leur capacité, et sans autre distinction que celle de leurs vertus et de leurs talents.)” şeklindeki hüküm ile de, İnsâniyetperverliğin, İlimciliğin ve Vicdân Hürriyetinin bir dîğer cephesi, beşerin cumhûrî teşrî salâhiyeti, yânî halkın kendi eliyle ve umûmun maslahat ve rızâsına muvâfık kânûn yapma esâsı dile getirilmiştir. Asrî Demokrasi anlayışında, bir kânûnun veyâ siyâsî programın herhangi bir felsefe veya dînden mülhem olmasının hiçbir ehemmiyeti yoktur. Mühimm olan, o hukûkî tasarrufun veyâ siyâsî programın -herhangi bir insan üstü otorite nâmına dayatılmadan- aklî (daha doğrusu ilmî-felsefî) delîllerle müdâfaa edilmesi, milletin Cumhûrî Esâsiyesine mugâyir olmaması ve ancak cumhûrî ekseriyetin rızâsıyle tatbîkâta konulmasıdır. Bu mantık muktezâsıdır ki Garb Âleminde Hıristiyan veyâ Sosyal Demokrat Fırkalar, Demokrasi noktainazarından hiçbir rahatsızlığa yol açmadan, birbirlerine iktidâr alternatifi olabilmektedirler.