Türkiye’de son yılların en keskin siyasi ayrışmaları, aile içinde bile derin çizgiler çekti. Ancak bu çizgilerin üzerine köprü kurmanın bir yolu var: merakla dinlemek. Araştırmalar gösteriyor ki, siyasi tartışmalarda insanlar nadiren fikir değiştirir. Ama asıl kazanç, karşımızdakinin insani yönünü keşfetmekte yatıyor. Örneğin, Ankara’da bir kahvehanede birbirine zıt görüşteki iki emeklinin sohbeti, ikisinin de “torunlarının iyi bir eğitim alması” endişesini paylaştığını ortaya çıkardı. Bu küçük anlar, kutuplaşmanın gölgesinde bile ortak zemini aydınlatıyor. Dinlemek, savunma mekanizmalarını kıran bir silahtır. Siyasi tercihlerin ardındaki kişisel hikayeleri duymak, önyargıları eritebilir. İzmir’de bir mahalle inisiyatifi, insanları “Çocuklarımızın geleceği için ne istiyorsunuz?” sorusuyla bir araya getirdi. Bir katılımcı, “Komşumun da benim gibi geçim derdi çektiğini fark ettim” diyerek anlattı. Bu buluşma, insanları “düşman” değil, aynı kaygıyı taşıyan ebeveynler olarak birleştirdi. Türkiye’nin son depremlerinde yaşanan dayanışma, diyaloğun gücünü kanıtladı. Farklı şehirlerden gönüllülerin enkaz altında omuz omuza çalışması, insanların en zor anlarda “siyasi kimliklerini” değil, insanlıklarını öne çıkardığını gösterdi. Hatay’da bir çadırkentte, farklı görüşlerden insanların birlikte çay demlemesi, “öteki”nin aslında “biz”den çok da uzak olmadığını hatırlattı. Doğru sorular, kapalı kapıları aralar. “Neden bu görüşü savunuyorsun?” diye sormak yerine, “Hangi değerler seni bu tercihe yönlendirdi?” demek, kişinin hikayesine ulaşmanın anahtarı. Kayseri’de bir üniversite öğrencisi, “Babamla ilk kez siyaset konuşabildik; aslında ikimiz de adaletin peşindeymişiz” dedi. Bu diyalog, yıllardır süren buzları eritti. Demokrasi, çoğulculuğun seslerini duymakla ayakta kalır. Ülkemizin dört bir yanından gençleri bir araya getiren bir sivil toplum projesi, katılımcılara “farklılıkların zenginlik olduğu”nu yaşatarak öğretti. Projeye katılan bir genç, “Doğu’dan gelen bir arkadaşımın dedesi de benim dedem gibi Kurtuluş Savaşı’nda savaşmış. Tarih, bizi aynı acılarda birleştiriyor” sözleriyle yüreklere dokundu. Bu buluşma, ortak hafızanın gücünü hatırlattı. Bayram sofraları, diyaloğun en samimi mekanı olabilir. Ramazan Bayramı’nda, “Bu kararı alırken hangi deneyimler seni etkiledi?” sorusu, kuşaklar arasında köprü kurabilir. Bir baba, oğluna dönüp “Ben gençken enflasyon yüzünden evlenemedim. Şimdi senin geleceğin için aynı endişeyi taşıyorum” dediğinde, siyasi tercihlerin ardındaki insani kaygılar su yüzüne çıkar. İstanbul’da bir iftar sofrasında, farklı görüşlere sahip iki kuzenin sohbeti derinleşti. Biri, “İşsizlik yüzünden yurtdışına gitmek zorunda kaldım” derken, diğeri “Babamın emekli maaşıyla geçinmekte zorlandığını gördüm” diye ekledi. Konya’da bir mahalle parkının yenilenmesi için toplanan farklı siyasi görüşlere sahip aileler, başlangıçta tartışmalı bir ortamda buluştu. Ancak “Çocuklarımızın güvenli oyun alanı olsun” ortak dileği, onları birleştirdi. AK Partili bir baba, “Bizim zamanımızda park yoktu, çocuklar sokakta büyüdü” derken, CHP’li bir anne, “Ben de kızımın bisiklet süreceği bir yer istiyorum” dedi. Proje tamamlandığında, parkın açılışında hep birlikte çocukların kahkahalarını dinlediler. İşte diologların tılsımı burada. Ben” ve “sen” arasındaki duvarlar yıkıldığında, aynı gökyüzü altında soluk aldığımızı hatırlıyoruz. Tıpkı Toroslar’ın karı ile Akdeniz’in ılık rüzgarının aynı şehri kucaklaması gibi… Bu paylaşımlar, siyasetin ötesinde insan olmanın ortak dilini konuşmaktır. İftarlar, “öteki”ni anlamak için bir fırsattır. “Neden bu görüşü savunuyorsun?” yerine, “Hangi hayaller seni bu tercihe yönlendirdi?” diye sormak, karşımızdakine bir pencere açar. Çünkü her tercihin ardında, bir hikaye, bir hayal kırıklığı ya da bir umut yatar. Bu bayram, sofralarımızda “fikir çatışması” değil, “merak” olsun. Bir annenin “Çocuğumun iyi bir eğitim almasını istiyorum” cümlesi, bir babanın “Emekli maaşıyla geçinmek zor” iç çekişi, hepimizin ortak kaygılarıdır. Bu kaygıları dinlemek, bizi birbirimize yaklaştıran en güçlü bağdır. Aslında Türkiye, hikayelerini dinleyenlerin elinde yükselecek. Bir vakıf, 81 ili dolaşan projesinde katılımcıları “Aynı ülkenin çocuklarıyız” pankartı altında buluşturdu. Bu proje, kutuplaşmanın değil, umudun Türkiye’sini resmetti. Evet, farklı yolları yürüyoruz. Ama unutmayalım, hepimiz aynı gökyüzünün altında, ekmekteki maya, çocuklardaki heyecan, hastane koridorlarındaki sabır kadar gerçek kaygılar taşıyoruz. Bayram sofralarında suskunluk değil, samimiyet büyüsün. Hatay’da enkaz altından çıkan sesler bize öğretti: Felaketler, kimlikleri değil, ellerimizi birleştirir. Depremde iki kadının, bir battaniyeyi paylaşırken kurduğu cümle neydi? “Soğuk, siyaset bilmiyor.” İşte tam da bu yüzden, bu bayram, “Ben haklıyım” ısrarı yerine, “Senin hikayen nedir?” cesaretini gösterelim. Türkiye, hikayelerini dinledikçe yeşerecek. Bir nine, torununa sarılarak, “Bizim zamanımızda da kavga vardı, ama çay içmesini de bilirdik” demişti. İşte o çayın şekerinde, yarınlara dair umut saklı. Değişim, uzun bir nehrin akışı gibi; her dinlediğimiz hikaye, ona yeni bir kolu katıyor. Bugün susuz kalmış topraklara dönen bu ülke, ancak merakın yağmuruyla canlanacak. Bir tohum düşün: Toprağa düşer, sessizce çatlar. Bizim diyalog çabalarımız da öyle. Belki yarın değil, belki on yıl sonra… Ama bir gün, bu topraklarda siyasetin gölgesinde kalmış insanlığımız, filizlenecek. Türkiye’nin sofrası, farklı tatların buluştuğu bir şölen aslında. Bir yanda çiğ köftenin acısı, diğer yanda baklavanın tatlılığı… Nasıl ki bu lezzetler bir araya geldiğinde soframız zenginleşiyorsa, farklı düşünceler de ancak yan yana durduğunda toplumsal dokumuz anlam kazanıyor. Bu ramazan, masada “senin fikrin” ve “benim fikrim” arasına bir köprü kurma zamanı. En sert sözlü amcaya bile “Bu düşünceler senin hayatında nasıl filizlendi?” diye sormak, belki de onun gençliğinde yaşadığı “işsizlik korkusunu” ya da “kaybettiği bir sevdiyi” anlamanın kapısını aralayacak. Çünkü hiçbir siyasi tercih, insanın yüreğindeki kırgınlıklardan bağımsız değil. Hadi hatırlayalım, Anadolu’nun kadim medeniyetleri, farklılıkları bir tehdit değil, bir bereket olarak gördü. Konya’da Mevlana’nın “Gel, ne olursan ol yine gel” çağrısı, asırlardır bu toprakların ruhunu özetliyor. Ya da İzmir’in Alsancak’ında, bir kahvede Türkü ve Rumca şarkıların aynı masada çalınması gibi… Bu coğrafya, renklerin uyumunu bilerek ayakta kaldı. Bir ülkenin kalbi, ancak birbirini ötekileştirmeyen insanlarla atar. Depremzedelerin çadırında paylaşılan bir tas çorba, siyasi kimlikleri değil, açlığı konuştu. Ya da bir otobüs durağında, “Memleket nere?” sorusuna verilen cevapların ortak hikayelere dönüşmesi gibi… İnsanlığımız, sandığımızdan daha derinlerde saklı. Bugün, “yanlış anlaşılmaktan” korktuğumuz için susuyoruz. Oysa gerçek diyalog, risk almaktan geçer. Bir sonraki bayram ziyaretinizde, “Senin için en değerli olan nedir?” sorusunu yöneltin. Belki de karşınızdaki, “Çocuğumun hastane sırasında ölmemesi” diyecek… İşte o an, siyasetin ötesinde, insan olmanın ortak dilini keşfedeceksiniz. Ve en önemlisi, bir toplum birbirinin hikayesine kulak verdiğinde gerçek anlamda nefes alır. Tıpkı Fırat’ın sularının, dağlardan ve ovalardan geçerek Akdeniz’e ulaşması gibi… Farklı kaynaklardan beslenir, ama aynı denize akar. Unutmamak gerek, gökkuşağının güzelliği, renklerin çarpışmasında değil, bulutlara rağmen bir arada durmasında saklı. Türkiye’nin geleceği de, ancak bu bilinçle aydınlanacak.