Yunanca “karar” ve “ayrılmak” anlamlarını aynı zamanda içeren kriz kelimesi farklı adlarla da olsa bütün dönemlerde insanlığın en fazla kullandığı kelimelerden biridir. Hiç kuşkusuz bozulma dönemlerine özgü yapısal çözülmeleri haber veren bu terim açık bilinç hallerinin soluklaşmasından, bütünlük ihlalinden kaynaklı olan parça-bütün ilişkisinin yitimiyle ortaya çıkan dejenerasyondan ve bütünü besleyen parçaların her birinin kendi konumlarını yitirmesi sonucu vücuttan esenliğin “ayrılmaya” “karar vermesinden” kaynaklı bir çöküş durumudur. Bir toplumda veya dönemde kriz kelimesi ne kadar çok kullanılıyorsa bilin ki o dönem veya toplum yozlaşmaya, çöküşe, ölüme o kadar yakındır. Bütün bu halleriyle kriz bir karar verme yetisini yitirme, geçici yahut kalıcı tereddütler yaşama ama aynı zamanda ikirciğin yarattığı “kopma”, “ayrılma”, “terk etme”ye yönelik şuursuz debelenme anlamlarını muhtevidir. Bireysel yönüyle bedenin dokularda, kaslarda veya organlarda meydana gelen her türden eprimeye boyun eğmesi, hastalanması, hatta ölüme yaklaşması anlamına gelirken toplumsal olarak da gerek zihinsel gerek kurumsal-kuramsal gerekse pratiğe özgü olgusallıkların tamamında bir geriye gidişi, ayrılığı, bölünüp parçalanmayı, sağlık yitimini ve yozlaşmayı imlemektedir. Bütün bu halleriyle kriz bireysel tarafıyla yatay kodlara işaret ederek beden ve ruhsal hastalıklarını yanına alırken toplumsal tarafıyla yozlaşmayı, dejenerasyonu, değersizliği, hayat karşısında ölümün galibiyetini haber verir. Bu cümleleri bize kurduran temel saik, Ali Öztürk’ün Kriz Sosyolojisi: Batı Merkezciliğin Yapısal Sorunları ve Kriz adlı eserinin Kadim Yayınları tarafından yayınlanmış olmasıdır. Daha baştan, içinden geçmekte olduğumuz sürecin art alanına, yani Batı dünyasının kendini merkeze alarak dünyanın geri kalan bütün kültürlerini ötekileştirmesinin ana sorunsalına işaret eden metnin tezi ile Uyanış Devirlerinde Tercümenin Rolü adlı eserinde, yaşadığımız dünyanın en büyük sorunlarından birinin Batı maharetiyle insanlık tarihinin Antik Yunan’a indirgenmesi olduğunu dillendiren Hilmi Ziya Ülken’in ileri sürdüğü düşünceler birbirini tamamlar niteliktedir. Ülken, medeniyetlerin uyanış devirleri ile öteki kültürlerden yapılan tercümeler arasında doğrudan bir bağ kurarken “bağışıklık sistemi”ne vurgu yapmakta, tercüme edilen değerlerin yerel kültürlere dühulünü bağışıklık sisteminin gücü ile açıklamaktadır. Ali Öztürk’ün Kriz Sosyolojisi adlı metnindeki temel tez de dünyanın başına sayısız çorap ören, insanı insanlıktan çıkarıp onursuzluğa mahkum eden süreçlerin Batı merkezcilikten kaynaklanıyor oluşudur. Dünyayı bir anlamda kendini efendi, geriye kalan bütün kültürleri köle olarak araçlaştıran Batı paradigmalarına ikna eden zihniyetin insanlığı getirip bıraktığı nokta tam da burasıdır: İnsan eliyle insanın imhası… İmajoloji çalışmalarıyla tanıdığımız ve aynı adla yayınlanmış kitabın da sahibi olan Ali Öztürk hali hazırda Alanya Alaaddin Keykubat Üniversitesi Eğitim Fakültesi Eğitim Bilimleri Bölümü PDR Anabilim Dalı bünyesinde çalışmakta ve özellikle sosyolojinin kuramsal boyutlarına yönelik eserler üretmektedir. 2023 yılında profesör olarak atanan yazarın uluslararası dergilerde yayımlanan çok sayıda İngilizce ve Türkçe makaleleri, sempozyumlarda sunulmuş bildirileri vardır. Akademisyenliğinin yanı sıra radyo ve televizyon yayınlarıyla kendine özgü düşüncelerini toplumun geniş kesimlerine ulaştırma çabası da gösteren yazar, ileri sürdüğü görüşleriyle geniş bir entelektüel ve kuramsal art alanın oluşumuna katkı sunmakta, çetrefilli meselelere berrak bir idrak penceresinden yorumlar getirmekte, çözüm önerileri sunmaktadır. Kitap üç ana bölümden oluşmaktadır: Birinci bölümde Batı merkezciliğinin kökenlerine inilmekte, yaşadığımız güncel sorunların soy kütüğü çıkarılmakta; ikinci bölümde Batı düşüncesinin yapısal sorunlarına çözüm önerileri getirilmekte; üçüncü bölümde ise eserin ana tezi olan Batı merkezciliğinin neden reddedilmesi gerektiğine dikkat çekilmektedir. Elbette özellikle son bölümde Batı merkezciliğinin neden iflas ettiğine, küresel krizin nasıl, hangi araçlar kullanılarak ortadan kaldırılabileceğine yönelik özgün görüşler yer almaktadır. Eserin arka kapak yazısında, bir anlamda metnin tamamını özetleyen çarpıcı ifadeler yer almaktadır: “21. yüzyıl tehditler çağında insanlığı savunacak bir hümanizma merkezi artık yok. Batının metafiziği ve estetik sistemleri neredeyse çalışmıyor, teknolojileri Uzakdoğu’ya göç etmekte. Onlarsa insanları ikna edecek metafizik ve estetik sistemlerden henüz yoksun. Şimdilik yarı-uygarlık. Zira sadece ekonomi, teknoloji ve güç sahibiler. Peki ya İslam dünyası? Potansiyel olarak evet. Teknolojilere uyarlı imkanları, sahici metafizikleri ve iyi sınav vermiş estetik sistemleri vardı. Daha önemlisi vicdanı kurumsallaştırabilmiş özgün bir geçmişi. Ancak birkaç asırdır birbirini incitmekten gayri pek bir pratik üretemediler. Peki şimdi ne olacak?” Belki de önceki dönemlerin neredeyse bütün krizlerinin harmanlanarak –ertelenerek- buluştuğu çağımız kelimenin gerçek anlamıyla akut krizlerin içinden geçmektedir. Eser; bu süreçte nispi iyi niyetlerine, etkilerine rağmen yedeğine aldığı sayısız krizle tarihçiler, siyaset bilimciler tarafından “kriz çağı” olarak adlandırılması muhtemel bu yüzyılın gerek birey gerekse toplumsal işleyiş bakımından cennet olmaya yönelik vasıflarını yitirerek insan eliyle nasıl da cehenneme çevrildiğinin yanı sıra bundan kurtuluşun reçetelerine dair hatırı sayılır, ciddi ipuçları da barındırıyor ve bir anlamda şunu söylüyor: İnsan yok edildikten sonra insanlık nasıl ayakta kalabilir ki?