Kapalıçarşı’nın altın varaklı kubbeleri, akşamın lacivert hüznüne gömülmüştü. Bembeyaz sütunların gölgesinde, yorgun taşlar üzerinde asırlarca biriken hikâyeler, bir yaşlı kadının parşömenine düşen mürekkep lekeleriyle yeniden canlanıyordu. Kadın, kamburunu çıkarmış, Satürn’ün halkalarını andıran çizgileri işlerken, pirinç usturlap soğuk bir tarih fısıldıyordu. Biraz ötede, kot pantolonlu bir genç, telefonunun ekranına yazdığı doğum tarihiyle “yıldıznâme”sini oluşturmuştu bile: “Jüpiter üçüncü evinizde, kariyerinizde risk almalısınız!” Dostoyevski, bu tezatlığı izlerken kaşlarını çattı. Yaşlı kadının masasındaki sedef kakmalı rahleye dokundu. Sedefler, bin yıl önce bir denizin derinliklerinde kaybolmuş bir dua gibi titriyordu. “Şeyh,” dedi, sesi buruk bir ironiyle, “insanlık yıldızların şiirini sıfır ve birlere hapsetmiş! Bu çocuk, karısını aldatıp aldatmayacağına algoritmalarla karar veriyor. Ruhun karanlık labirentleri nerede?” İbn-i Arabi, parşömendeki Venüs yörüngesine doğru dikkatlice eğildi. Kırmızı mürekkep, kağıtta hafifçe kabarmış, bir yara izini andırıyordu. “Ey Fyodor,” dedi, sakin bir tebessümle, “yıldızlar Hakk’ın kelâmıdır. Genç, onları veriye indirgemiş görünse de, bu arayış bile hakikate açılan bir kapı. Unutma: ‘Mâsivâ, O’nun tecellisidir.’” Dostoyevski, genç adamın ekranındaki dijital dairelere baktı. Usturlabın kadranlarındaki çizgilerle, telefonun mavi ışığı arasında sıkışmıştı. “Matematiksel açılar ruhun ıstırabını nasıl ölçecek?” diye homurdandı. “Eskiden yıldız haritacıları, insanın içindeki cehennemi de okurdu. Şimdi bu makine, sadece koordinat hesaplıyor!” İbn-i Arabi, rahlenin üzerindeki sedefleri avucunda hissetti. Akşamın mor ışığı, sedefleri turkuaz bir rüyaya dönüştürüyordu. “Ruh, niyetin peşinde koşandır,” dedi. “Bu genç, yıldızlara dijital bir pencereden baksa da, merakı onu bir gün gökyüzüne çevirecek. ‘Arayan, bulur.’” Dostoyevski, Kapalıçarşı’nın labirent sokaklarında ilerlerken, geçmişin ağırlığı omuzlarına çöküyordu. Dar bir pasajın köşesinde durdu. Duvarlardaki çatlaklardan sızan akşam ışığı, eski bir hatırayı aydınlatıyor gibiydi: Çocukluğunda bahçesinde kopardığı papatyaların solgun kokusu, bir dostun gülüşü… “Zaman ağır akıyor,” diye düşündü. “Her an, içimde eriyor.” Bir vitrinde asılı duran ahşap çerçeveli ayna, yüzündeki kırışıklıkları acımasızca yansıtıyordu. “Umut nedir ki?” diye sordu kendi kendine. “Kirli bir aynada gördüğüm silüet mi, yoksa gözyaşlarımla suladığım bir düş mü?” İbn-i Arabi, yaşlı kadının yanında sessizce bekliyordu. Kadın, parşömene bir yıldız kümesi daha çizerken dudaklarından “Yâ Hakk” fısıltısı dökülüyordu. Dostoyevski’nin iç sorgulaması, çarşının taş duvarlarında yankılandı: “Bu dijital kafeslerde ruh nasıl ısınacak?” İbn-i Arabi, usturlabı havaya kaldırdı. Parlak kadranlar, avizelerin sarı ışığında parlıyordu. “Acı, hakikatin kapısını çalan bir misafirdir,” dedi. “Belki o genç, bir gece ekrana bakarken, yıldızların sadece veri değil, sırlar olduğunu fark edecek. İşte o an, ruhu ısınacak.” Dostoyevski, çarşının Nuruosmaniye çıkışına doğru yaklaştığında, kot pantolonlu gencin telefonunu cebine koyduğunu gördü. Genç, başını kaldırmış, Kapalıçarşı’nın kubbelerinin arasından görünen tek bir yıldıza bakıyordu. Yüzündeki şaşkınlık, yavaş yavaş bir meraka dönüşüyordu. İbn-i Arabi, Dostoyevski’nin yanına geldi. “Görüyor musun?” dedi. “Yapay ışık bile nihayetinde hakikate hizmet eder. O genç, şimdi ekrandaki Jüpiter’i değil, gökteki Jüpiter’i arıyor.” Kapalıçarşı’nın avizeleri söndüğünde, iki filozof da Arnavut kaldırımlı sokakların karanlığına karıştı. Fakat insanlığın yıldızlarla dansı bitmedi. Labirentin bir köşesinde, genç bir anne çocuğuna yıldızlardan masallar anlatırken, karşıdaki kafede bir yazılımcı, yapay zekânın oluşturduğu “burç analizi”ni gözlüğüne yansıtıyordu. İnsan, yıldızları okuma biçimini değiştirdi belki, ama gökyüzüne bakarken içinde kabaran o kadim soru hâlâ aynıydı: “Ben kimim? Bu koca evrende yerim neresi?” Tıpkı çarşının labirentlerinde kaybolmuş bir gezgin gibiydi insan: Geçmişin ağırlığı omzunda bir heybe dolusu hikâye, geleceğin belirsizliği ise elinde titreyen bir fener. Her dönemeçte, sedef kakmalı objeler ve dijital ekranlar göz kırpışıyordu. Ama her adım, hem bir vedaydı, taş duvarlara sinmiş bin yıllık fısıltılara karşı hem de yeni bir başlangıç: “Belki de aradığım sır, kendi içimdeki karanlıkta saklı.” Rüzgâr, çarşının kemerli tavanlarından süzülerek sözünü tamamladı: “Hayatın mürekkebi kurusa da, sırlar asla ölmez. Bak, işte… Bir genç, Mars’ın konumunu hesaplarken gözleri yaşlı kadının parşömenine kayıyor. Sır, tam da burada: Bir yanda algoritmaların keskin dili, diğer yanda kadim bilgeliğin puslu aynası…” Kapalıçarşı, tüm bu çelişkileri kucaklayarak sessizce gülümsedi. Sanki taşlarıyla fısıldıyordu: “Yıldızların sırrı ne parşömende ne ekranda… Asıl sır, arayışın kendisinde. Çünkü insan, ancak sordukça insan kalır.”