Tokyo’nun gri bulutları altında, her sabah aynı parkta durup ağaçların tepesine bakan bir adam düşünün. Elleri tuvalet temizliğinden nasır tutmuş, cebinde eski bir Olympus fotoğraf makinesi, çantasında ise ikinci el kitap sayfaları arasına sıkıştırılmış şiirler… Wim Wenders’ın Perfect Days’indeki Hirayama, modern dünyanın “başarı” takıntısına inat, bir çınar yaprağının düşüşünü izler gibi yavaş ve derinden yaşıyor. Belki de hepimizin unuttuğu bir hakikati hatırlatıyor: Yaratmak, bir hedef değil, soluk alıp vermenin ta kendisi. “Şiirlerim kötüyse”, diyor Lana Del Rey, “suçu dünyada aramak kolay.” Audre Lorde’un dediği gibi, şiir bir lüks değil, “hayatta kalma aracı” aslında. Peki neden hâlâ kırık dökük dizelerimi saklayıp duruyorum? Belki de bir gün, tıpkı Hirayama’nın kadrajında yakaladığı o anlık ışık oyunları gibi, kelimelerim de birilerinin yüreğine düşer diye… Ya da sadece kendi içimdeki karanlığı aydınlatmak için. Çünkü şiir, kusurlu bir aynadır: Baktıkça sizi değil, sizin göremediklerinizi yansıtır. Japonların wabi-sabi’si, kırık bir vazoyu altınla onaran kintsugi sanatı gibi, hataları kucaklamayı öğretir. İtalya’nın taşra kasabalarında büyüdüğüm günleri düşünüyorum: Kilise çanlarının ezanla karıştığı akşamüstleri, çarşıda süzülen dedikodular, limon kokulu perdelerin arasından sızan güneş… Tıpkı BBC’nin This Country dizisindeki işsiz Mucklowe kuzenleri gibi, “yavaş” bir hayat, yaratıcılığı besliyordu. Şimdi anlıyorum: Durmak, görmektir. Bir çocuğun bisikletini sürerken çıkardığı çıngırak sesi, bir çay bardağının dudak izi, hatta bir Instagram hikayesinde kaybolup giden o anlık gülümseme… Hepsi, şiirin taşlarıdır. Kant’ın “çıkarsız sanat” dediği şey, belki de Hirayama’nın fotoğraf makinesinde saklı. Bir hedefi yok, sadece “an”ı yakalıyor. Rick Rubin’in The Creative Act’te yazdığı gibi: “Sanat yapma hedefiniz değil, sanatın kaçınılmaz olduğu o muhteşem hâliniz olsun.” Yapay zekâ tartışmaları, NFT çılgınlıkları sürerken bile değişmeyen bir gerçek var: İnsan, tutkusuyla nefes alır. Şiirlerim kötüyse, neden yazmaya devam ediyorum? Çünkü yaratmak, çölde yürürken susuzluğunuzu unutturan bir serap gibi… Yanılsama bile olsa, yaşatır. Ethan Hawke’un dediği gibi, “Dünyanın aptallara ihtiyacı var.” Kusurlu şiirler yazın. Yazın ki, bir gün o kırık dizeler, beklenmedik bir yabancının gözlerinde yıldız patlamalarına dönüşsün. Fotoğraf makinenizle bir sokak kedisinin uykusunu çalın belki o an, kentin gri tonlarını yırtan bir sanat manifestosudur, kim bilir? Hatta tuvalet temizlerken bile içinizdeki şarkıyı mırıldanın. Çünkü yaratmak, bir konser salonunda değil, hayatın çatlaklarından sızan ışıktır. Audre Lorde haklıydı: Sanat, lüks değil, nefes alış verişimizin ritmidir. Belki yarın, defterinizdeki şiirler bir kitap olur. Ya da bir çöp kutusunda, üzerine kahve dökülmüş bir fatura ile buluşur. Önemli değil. Çünkü şu an, tam da olmanız gereken yerde duruyorsunuz: Üretebilmenin kutsal kaosunda. Tıpkı bir çocuğun kaldırım taşına tebeşirle çizdiği desenler gibi… Belki yağmur, o renkleri silip götürecek. Belki bir apartman görevlisi, sabah temizliğinde süngerle silecek. Ama o an, asfalttaki o çizgiler, Louvre’daki Rönesans tablolarından daha gerçek bir devrimdir. Çünkü üretebilmek, mükemmel bir sonuç değil, dünyaya tutunma biçimidir. Daha da cesur olun, bir parkın bankında otururken, rüzgârın saçlarınızı karıştırmasını bir heykeltıraşın dokunuşu gibi hissedin. Bir simitçinin tezgâhında, susamların dağılışını Jackson Pollock’un fırça darbeleriyle kıyaslayın. Bir dolmuş şoförünün yanık türkü mırıldanışında, anonim bir şiirin ilk dizesini arayın. Unutmayın, sanat, bir sergi salonunda değil, sizin bakmayı seçtiğiniz yerde başlar. Belki de bugün, bir Instagram hikayenize düşen gün batımı filtresi, yarının Van Gogh’u olacak. Ya da bir sahur çayının bardağınızda bıraktığı dudak izi, bir seramik sanatçısına ilham verecek. Önemli olan, üretebilme cesaretini kaybetmemek. Çünkü her “aptalca” deneme, dünyanın monoton ritmine atılmış bir tokat gibidir: Yıkıcıdır, özgürleştiricidir, insandır.