Geçtiğimiz ayın son gününde, “28 Şubat Dönemi”nin zulümlerini ve zalimlerini hatırladık. Bu ayın ilk gününde de güzelim Ramazan ayına ulaştık şükürler olsun. Yakın geçmişimiz ve bugünümüz üzerine tefekkür için… Üst üste gelen anlamlı vesileler… Biz 28 Şubat sürecinde ne berbat zulümler, ne güzel karşı çıkışlar gördük. Ne güzel mücahitler, mücahideler gördük. Ne büyük engellerin aşılışına şahitlik ettik… Nice güzellikleri nasip etti Rabbim. Etti de… Biz bugün ne hallerdeyiz? Muhasebesini yapmak için ne güzel bir vesile… Ramazan. * Benim yakın geçmişim… Büyütüldüğüm çevrede “türban” dedikleri tarzda örtünenlere “sıkmabaş” damgası vurulurdu. “Çember sakal”, “yobaz”, “gerici” vesaire yaftalamaları da uzak durulmasını tavsiye ettikleri kesimleri tarif için kullanılırdı. Bizim mahallede, Babası sakallı, Annesi başörtülü bir arkadaşım vardı. Aynı ortaokula giderdik. Arkadaşımın rol modeli Babası’ydı. Fırsat buldukça bizim çevrede hiç sevilmeyen Babası’nın nasihatlerinden bahsederdi. Etrafın “din karşıtları”yla dolu olduğunu, Babası’na da bu yüzden ters bakıldığını söylerdi. Adamcağızın küçük bir dükkânı vardı, orada saat tamir ederdi. Kimseye zararı yoktu ama sevilmezdi işte. Tuhaf tuhaf lâflar ederlerdi, “Öyle beş vakit namaz kılmakla, sakal bırakmakla olmuyor, insanın içinde olacak, içinde!” derlerdi mesela. O günlerde kendilerine ilişmeyen Adamcağızı hedef almalarına anlam veremezdim. Arkadaşımın “Din karşıtlığı” yorumu da pek kafama yazmazdı. Sonuçta bizimkiler de “Müslüman”dı; kandil gecelerinde “Türkçesinden” Yasin okuyanlar, ara sıra cuma namazına gidenler bile vardı içlerinde. “Din karşıtı” olsalar bunları yapmazlardı herhalde. “Çember sakallı” dedikleri o Adamcağıza karşı olmalarının sebebini yıllar sonra kavrayabildim. “Bizimkiler” ona baktıkça hayatlarındaki sıkıntıları görüyorlardı. İslam’ın kendilerine emrettiği hayat tarzını biliyor ama öyle bir yola girmenin “bütün dengelerini, alışkanlıklarını” bozmasından endişe ediyorlardı. “Konforlu” zannettikleri hayatlarını sürdürürken, etraflarında İslam’ın emirlerine uymaya çalışan kişileri görmekten rahatsızlık duyuyorlardı. O kişiler, “Sen nasıl Müslümansın, öldükten sonra nasıl hesap vereceksin?” dedirtiyordu vicdanlarına. Bu “rahatsız edici” iç seslerini bastırmak için de, savunma mekanizmalarını harekete geçiriyor, O Adamcağız gibileri “hedef” alıyorlardı. Bu, sigara bağımlısının “İçmeyenler hasta olmuyor, ölmüyor sanki!” diyerek “vicdanını” rahatlatmaya, kendisini avutmaya çalışması gibi bir durum. Ben, ortaokul yıllarımda, “vicdanlara rahatsızlık veren” iki kişiyi, Arkadaşım ile Babası’nı tanıdım. Arkadaşım yaptıklarıma karışır, ikaz ederdi. Mesela… Günün birinde sokakta şeftali yerken, yanıma gelip “Bu yaptığın çok günah!” dediğini… “Niçin günah olsun?” diye sorduğumda da “Ya canı çekenler olursa, ya fakir çocuklarından birinin Babası o şeftaliyi alamıyorsa?” karşılığını verdiğini hatırlarım. Nasıl işlemişse kalbime, o günden beri sokakta bir şey yememeye çalışırım. Böyle küçük dokunuşlar, büyük etkiler meydana getirebiliyor insanda. Arkadaşımın o bir cümlesi, kalbime girmiş işte. Herkesin kalbinde yüz kapı varmış. Bunun doksan dokuzu kapalı olsa bile, açık olan bir kapıdan girilebilirmiş. Yüz kapının yüzü de kapalıysa “o kalp mühürlü” demekmiş ama öyle olup olmadığını da hiçbir kul bilemezmiş. Kalplere girme gayretinden vazgeçmemek gerek, öyle değil mi? Ben, İstanbullarda anasız babasız büyüdüğüm için bazı değerleri “hazırda” bulamadım, “tevafuklara sığınmak” gibi bir yola girdim. “Ders niteliğindeki” olaylarla karşılaştım, nice badire atlattım, kafamın en karmaşık olduğu anlarda Rabbim birilerini çıkarttı karşıma. Halleri, hareketleri, sözleri ile “mesaj” verdiler; kötü yollardan alıkoyan vesileler oldular. Bir dolu badireyle boğuşurken, gazetecilik çıktı karşıma. Etrafımdakilerden, özellikle öğretmenlerimden bazıları “Senden ya avukat olur ya da gazeteci” diyorlardı. Bir vesileyle gazeteciliğe başladım. Başka diyarlarda, şen şakrak gazetecilik yaparken, karşılama yine vesileler çıktı. Namaza başlatan vesileler ve ardından, “İslami Basın” denilen tarafa geçişim… O yıllarda, üniversitelerdeki “türban yasağı” denilen uygulamalar çekmişti dikkatimi. “İrtica, laiklik, Kemalizm, Atatürk karşıtlığı, rejim, statüko, yakın tarih, yalan tarih, batıdan alınma kanunlar, Diyanet, Devlet’in Din’e müdahalesi….” Birçok tartışma vardı gündemde. Ben de bir yerinden daldım bu tartışmalara, daldım ve o gün bugündür işin içinden çıkamadım! Yakın geçmişime baktığımda, “Dindar”ların maruz kaldıkları zulümlere dair onbinlerce sahne, belge, hatırayı görüyorum. Dindarların bu baskıları aşmak için neler yaptıklarını hatırlıyorum… “Demokrasi” denilen batıl aygıttan istifadeyle kendilerine özgürlük alanı açmaya çalışmalarını… İç çekişmelerini… Ayrışmalarını… Hatta çatışmalarını… “Dünya gerçeği” diyerek inançlarına tamamen zıt işleri kabullenmelerini… “Yan yollara” saparak, çıkışa ulaşmaya çalışmalarını… Dağılmalarını… “Yenilgi yenilgi büyüyen zaferlere” ulaşabilmek için denemeler yapmalarını… 28 Şubat benzeri süreçlerde mahrum bırakıldıkları imkânlara kavuştukça gevşemelerini… Zenginleştikçe, makam, mevki, şöhret “sınavlarına” girdikçe, kaybetme belirtileri göstermelerini… Yukarıya çıkanın aşağılarda kalmış “eski dâvâ arkadaşlarından” kopuşlarını… Aşağıda kalanların, yukarılara ses ulaştırmaya çalışmalarını… Kimilerinin, “kenara itilmişliğe” tepki olarak her şeyi kötüler duruma düşmelerini… Sürekli olarak Kur’an ve Sünnet’e bağlılıktan bahseden aile büyüklerinin, çocuklarına bir şey anlatamaz hale gelmelerini… Bir zamanlar “adalet” arayışını dillerinden düşürmeyenlerin, şimdilerde “Bizim işimize gelen neyse adaletli olan odur!” anlayışıyla hareket etmelerini… İşleri kitabına uydurmak için dillerine ne kıvamlar, ne kıvamlar vermelerini… * Nicelerini, nicelerini görüyorum. Kalbim acıyor, üzülüyorum. Sonra… Kendime bakıyorum. Ben eski ben miyim? Çok eskilerdeki ben değilim şükür ama, 28 Şubat mazlumlarına destek vermek için çırpınan “ben”den de pek eser yok. “Ben de mi Muhafaza-KÂRlaştım acaba?” diyor, hayıflanıyorum. Can sıkıntısıyla mizaha vuruyorum işi, kendimden kaçıyorum bazen. Daralıyorum. Derken Ramazan yetişiyor imdadıma. Biraz nefes alıyorum.