Tarih, bazen bir kahramanı yalnızca doğduğu topraklarla değil, dokunduğu medeniyetlerle anlatır. Napolyon Bonapart, işte bu evrensel mirasın en çarpıcı örneği. Corsica’nın kayalıklarında filizlenen bu dehâ, Fransız Devrimi’nin ateşiyle Avrupa’yı sarsarken, Doğu’nun kadim bilgeliğini de yanına aldı. Onu yalnızca “kısa boylu bir komutan” diye hatırlamak, tarihin en büyük haksızlığı… Çünkü o, Batı’nın aklını Doğu’nun ruhuyla buluşturan bir köprüydü. Fransız Devrimi’nin kaosunda yükselen Napolyon, liyakatin zaferini temsil ediyordu. Soyluluğun değil, yeteneğin hüküm sürdüğü bir düzen kurdu. Tıpkı Osmanlı’nın devşirme sistemi gibi… Corsica’lı bir taşra çocuğunun imparatorluğa uzanan yolculuğu, kan bağına değil çalışkanlığa dayalı bir sistemin mümkün olduğunu gösterdi. Ne ironiktir ki, Avrupa kralları onu “asi” ilan ederken, Osmanlı reformcuları Tanzimat ve Meşrutiyet ile benzer bir modernleşme çizgisini takip ediyordu. Napolyon’un kanunları, Türk Medeni Kanunu’nun da temelini oluşturdu. Eğitimi kiliseden alıp halka verişi, tıpkı medreselerden mekteplere geçiş gibi bir aydınlanmaydı. Mısır seferi, onun Doğu’ya duyduğu hayranlığın kanıtıdır. Piramitlerin gölgesinde, “Kırk asırlık tarih bize bakıyor” diye haykıran Napolyon, İslam coğrafyasının bilgeliğini Batı’ya taşımak istedi. Bu sefer, Osmanlı’da Nizam-ı Cedid ordusunun kurulmasına ilham oldu. III. Selim’in reformlarıyla paralellik gösteren bu hamle, hem geleneği korumak hem de çağı yakalamak arasındaki dengeyi yansıtıyordu. Tıpkı Atatürk’ün çağdaşlaşma ve millî kimlik sentezi gibi… Savaş meydanlarında kazandığı zaferler, tarihin tozlu sayfalarında “kanlı fetihler” diye anılsa da, gerçekte çoğu yaşamak için savaşmak zorunluluğundan doğdu. Rusya seferi, Çar’ın ihanetine bir cevaptı. Moskova’da kışın pençesine düşmesi, Hannibal’ın Alpler’deki çaresizliğinden farksızdı. Waterloo’da düşen bir imparator, İmparatoriçe Helena’da kanatları kırık bir kartal gibi ölüme terk edildi. Oysa Kanuni Sultan Süleyman’ın son nefesini Zigetvar’da vermesi nasıl bir destansa, Napolyon’un sonu da öyle bir insanlık dersidir: Tarih, hakikatin yanında durmalı. Bugün Türkiye’de uygulanan hukuk sistemi, Napolyon’un “eşitlik” idealinin izlerini taşır. Mecelle’den modern kanunlara uzanan yol, bu evrensel mirasın bir yansımasıdır. Atatürk’ün “Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir” sözü, Napolyon’un “Devrim fikirlerini Fransa’ya yerleştirdim” ifadesiyle örtüşür. Türk milleti, köklü bir medeniyetin mirasçısı olarak, hem Doğu’nun maneviyatını hem Batı’nın aklını içinde barındırır. Napolyon’u anlamak da bu mirasın bir parçası: İki dünyanın buluştuğu yerde duran bir dehâyı sahiplenmek… Napolyon’un mirası, Büyük İskender’in fetih coşkusuyla Fatih Sultan Mehmet’in hoşgörüsünü aynı potada eriten bir sentez. Onun kanunları, yalnızca mahkeme salonlarında değil, Anadolu’nuın çeşitli bölgelerinde ve İstanbul’un adliye koridorlarında yaşıyor. Peki ya biz, bu mirası nasıl taşıyacağız? Belki de cevap, Ayasofya’nın kubbesinde saklı: Doğu’nun manevi derinliğiyle Batı’nın rasyonel ışığını birleştiren o görkemli mimari gibi… Napolyon, tıpkı bu kubbede yankılanan ezan ve geçmişte duyulan çan sesleri gibi, iki medeniyetin harmonisini temsil ediyor. Onu anlamak, yalnızca geçmişi değil, geleceği inşa etme cesaretini de gerektirir. İşte bu yüzden, tarihin tozlu raflarından çıkarılmayı bekleyen bir meşale Napolyon. Onu “zafer” ve “yenilgi” ikileminden kurtarıp, insanlığın ortak hafızasına yerleştirebilme cesareti bulduğumuzda, belki de yeni bir çağın kapısını aralayacağız. Çünkü gerçek büyüklük, tarihin yargısında değil, sunduğu ışıkta saklıdır.