Günümüzde bir sohbetin dostça başlaması kolay, ama aynı tonda bitmesi zor. Politikadan spora, sağlıktan çevre meselelerine kadar her konuda insanlar adeta iki kampa ayrılmış durumda. Sosyal medyada uçuşan sert yorumlar, sokaklarda yükselen sesler, hatta aile sofralarında hissedilen gerilim… Kutuplaşma, modern hayatın sanki ayrılmaz bir parçası. Peki, bu hep böyle mi sürecek, yoksa farklı görüşlerle barış içinde yaşamak mümkün mü? Ben mümkün olduğuna inanıyorum; yeter ki samimiyetle bir adım atalım. Neden bu kadar ayrıştık? Cevap, insan doğasında saklı. Hepimiz bir gruba ait olmak istiyoruz; bu, bize güven ve kimlik sunuyor. Eskiden kabilelerle sınırlı olan bu duygu, bugün siyasi görüşler, taraftarlıklar ya da “bizden olanlar” algısıyla şekilleniyor. Ancak dijital çağ, bu ayrışmayı körüklüyor. Mesela, X’te bir paylaşım yaptığınızda, anında sizi destekleyen bir koro oluşuyor; karşıt görüşler ise ya görmezden geliniyor ya da linç ediliyor. Geçenlerde bir dostum, “Karşı tarafın ne düşündüğünü unuttum,” dedi. Bu, empatinin kaybolduğu bir dönemin işareti değil mi? Türkiye gibi renkli bir ülkede bu tablo daha çarpıcı. Asırlık bir mozaik yapımız var: farklı kültürler, inançlar, yaşam tarzları… Ama bu çeşitlilik, bazen zenginlikten çok ayrışmaya dönüşüyor. Geçen seçimde bir kahvehanede şahit oldum: Aynı masada oturan iki kişi, biri hükümeti överken diğeri eleştiriyordu. Sesler yükselirken biri, “Senin dediğin de mantıklı, ama ben şunu düşünüyorum,” dedi ve hava yumuşadı. O an anladım: Kutuplaşma, dinlemeyi bıraktığımızda büyüyor. İlk adım, empatiyi geri getirmek. Bir yakınınız, sizin tersinizde bir fikri savunduğunda –mesela, “Ekonomik kriz yok, her şey yolunda,” dediğinde– hemen “Haksızsın!” demek yerine, “Neden böyle düşünüyorsun?” diye sorun. Belki onun işleri iyi, geçimi rahat ve bu yüzden umutlu. Sizin gerçekliğiniz farklı olabilir, ama bu soru kavgayı sohbete çevirir. Geçenlerde bir TV programında, zıt görüşlü iki yorumcu hayat hikâyelerini paylaşınca tartışma kahkahalara döndü. İnsanlık, böyle bir şey. İkinci adım, farklılıkları kucaklamak. Bir masada herkes aynı şeyi söylerse, ne yeni bir fikir doğar ne de ilerleme olur. Çevreci bir gençle, “Sanayi durursa ekonomi çöker,” diyen bir iş insanını bir araya getirsek, biri geri dönüşümü, diğeri istihdamı anlatır. İkisi de haklı bir yerden bakar. Farklılıklar, saygıyla buluştuğunda bizi zenginleştirir. Bir futbol maçında herkes aynı takımı tutsa, o heyecanı kim yaşar? Bazı konularda uzlaşmak zor, bunu hepimiz biliyoruz. Birimiz için bir mesele beyazken, öteki için kapkara olabilir; bu, hayatın doğası. Ama çoğumuzun hayalleri ortak: çocuklarımız iyi bir gelecek görsün, akşam eve huzurla dönelim, ülkemiz ayakta kalsın. Yollarımız ayrı düşse de, bu temel arzular hepimizi birleştiren görünmez bağlar. Kutuplaşmanın kaosunda unuttuğumuz şey bu: Farklılıklarımız ne kadar büyük olursa olsun, benzer umutlarla nefes alıyoruz. Sokakta sizinle zıt görüşte biriyle kahve içseniz, konu er ya da geç günlük dertlere döner. “Çocukların okul masrafları belimizi büküyor,” der biri, diğeri onaylar. Trafikte geçen saatler, artan faturalar… Geçen gün markette şahit oldum: Kasiyerle bir müşteri, önce politik bir konuda atışırken, sonra “Bu fiyatlarla nasıl geçinelim?” diye dertleşmeye başladı. Gülümsediler; çünkü dertleri aynıydı. Bu ortaklıklar, büyük hayallerde de geçerli: Kim istemez ki evlatları iyi eğitim alsın, mahallesi güvenli olsun? Bir kasabada sel felaketi olduğunda, yardım için koşanlar kimlik sormaz. İnsanlığın en saf hali budur. Yollarımız ayrışabilir. Biri, “Ekonomiyi düzeltmek için fabrika lazım,” derken, diğeri, “Doğayı da koruyalım,” diye karşı çıkar. Ama ikisinin de amacı daha iyi bir yaşam. Farklı yollar seçsek de, hedefin özü aynı. Bir sokak röportajında, zıt görüşlü iki kişi tartışırken biri, “Hepimiz bu gemideyiz, batarsak beraber batarız,” dedi. Diğeri, “Haklısın,” diye sustu. İşte o an, ortak zemin doğdu. Bu paydaları hatırlamak, kutuplaşmayı aşmanın anahtarı. Ne kadar farklı düşünsek de, aynı topraklarda, aynı gökyüzü altında yaşıyoruz. Eğer bu ortaklıkları öne çıkarırsak, “sen” ve “ben” değil, “biz” deriz. O “biz” dedikçe mesafeler kapanır, masalar dostlukla dolar. Barış içinde yaşamak, herkesin aynı fikirde olması değil, farklılıklarla yan yana durabilmek demek. Nefrete değil, meraka ihtiyacımız var. Birinin fikrine katılmasak bile, “Bunu neden böyle görüyorsun?” diye sorabiliriz. Bu, duvarları yıkmasa da bir pencere açar. O pencereden sızan ışık, zamanla her şeyi değiştirebilir.