Samimiyetin kaybolduğu, her şeyin yapmacık ve mesafeli yaşandığı bir çağın şahitleriyiz. Eski samimiyetimiz yok. Komşuluk, iş-okul arkadaşlığı, dostluk… Hatta tabiatla, hayvanlarla olan ilişkilerimiz de öyle. Dünya içerisindeki bütün ilişkilerimizde artık daha mesafeli davranıyoruz. Bu mesafenin sınırlarını ise çıkar ilişkileri, toplum baskısı, dinin anlaşılamaması gibi unsurlar belirliyor. İnsan kendine dahi samimi değil. Örneğin, insanın sosyal bir varlık olmasının, onun diğer insanlarla samimi ilişkiler kurmasını gerektirmediği, sosyal olma ihtiyacının sanal olarak da giderebileceğine olan inanç bu samimiyetsizliğin bir göstergesi. Yaşadığımız çağın modern araçları, insanın aslına ve özüne kasteden yapısına rağmen bu hâkimiyeti nasıl sağladı bilmiyoruz ve bu hâkimiyetin, insanın temel özelliklerinden birini daha yavaş yavaş yok etmeye başladığının farkında değiliz. Şikâyetçi olduğumuz şey, samimiyetin sessizce ortadan kayboluşu. İlginç olan, sessizce ortadan kaybolan samimiyetin yokluğunu hayatımızı sürdürürken hissetmiyor oluşumuz. Elbette yokluğunu hissetmediğimiz her şeyin varlığına özlem duymamız gerektiği anlamına gelmiyor bu. Tıpkı eskinin her şeyini özlemenin, günümüzde yaşananların tamamının yanlış olduğu anlamına gelmediği gibi. Eskiye dair özlediklerimizin ruhunu samimiyetin oluşturması, hem bu şiddetli özlemin nedenini hem de insanın neden yaratılışına uygun yaşaması gerektiğinin ipuçlarını veriyor. Dolayısıyla samimiyet sessizce ortadan kayboluşunun açtığı obruğu, modern dünyanın hiçbir nimeti dolduramıyor. Buna rağmen samimiyet üzerinde temellendirilen hayat, dünyevi ve uhrevi beklentilerin tamamını karşılayacak düzeyde zenginlik içeriyor. Bu özelliklerine rağmen, bireysel ya da içtimai ilişkilerde samimiyetin değil başka önceliklerin olması, insanı donuklaştırıyor. Samimiyet kayboldukça karşımızdakini -kim olursa olsun- kırmaktan, dökmekten imtina etmiyoruz. Davranışlarımızın sonuçları eskisi kadar önemsemiyor; “ben bunu nasıl yapabildim” ya da “nasıl böyle bir şey söyledim” şeklinde sorgulamalar artık zihnimizi meşgul etmiyor. Arkamızdaki kırık insan yığınlarına bakıp “Boş ver” deyip geçerken ruhumuzun içinin de boşaldığını fark etmiyoruz. Samimiyetin içimizi terk ettiği alanı, resmiyet ile dolduruyoruz. Bu özellik zamanla yüz ve gönül mimiklerimizi donuklaştırıyor. Daha ekonomik hale gelen estetik operasyonlarla sahte gülüşleri simalarımızda kalıcı hale getiriyoruz. Duygularımızın abartılı ve sahte olduğu herkesçe aşikârken tiyatroculuk içtimai hayatımızın gözde mesleklerinden oluveriyor. Ebeveynlerin birbirleri ile olan ilişkileri dahi samimi olamayınca çocuklarımıza samimiyetin nasıl bir şey olduğunu da izah edemiyoruz. Söylemeye cesaret edilemese de, birbirlerine çok yakın gözükenler aslında bir dağın diğer dağa kavuşmasından daha uzak ihtimalin tarafları. Hülasa, kabul edelim ya da etmeyelim artık yüzeysel ilişkiler çağındayız. Başka bir insanın gönlüne temas etmeden yaşayabiliyor, samimiyetsiz hayatı bir ideal olarak görebiliyoruz. Hal böyle olunca inanması güç olan şeye kolayca ikna oluyoruz: Uzaktan ilişkiler artık günümüz insanının bir gerekliliği! Fakat bunun bir bedeli var elbette; artık birbirimizle olan ilişkilerimiz çok yüzeysel, çok mesnetsiz, çok kırıcı, çok samimiyetsiz, çok pragmatist, çok mirasyedi, çok… Bunca çokların içinde tek bir az var: samimiyet. Neyse ki biz, nice azların çokları tarumar ettiği bir inanca sahibiz.